23 Ağustos 2012 Perşembe

Sultanlara Diz Çöktüren Huzur Dersleri

Öyle bir ders düşünün ki karşınızda padişah otursun, çevrenizde devlet erkânı olsun ve bu derste devlet işleri değil de ayetler, hadisler konuşulsun. Bu tablo için uzağa gitmeye gerek yok. Osmanlı’da birsaray geleneği haline gelen ‘huzur dersleri’ne iştirak etmek yeterli.

[IMG]

Ayların sultanı Ramazan’ın gelmesi Osmanlı toplumunda sadece evlerde değil sarayda da farklı bir rüzgâr estirir. Her zaman yalnız yemek yiyen padişah, Ramazan ayında üst düzey rütbeliler ve ulema kesiminden gruplarla birlikte iftar yapar. Onlarla aynı sofraya oturur. Hatta Ramazan gelince padişah halkın yediklerinden daha lüks yiyecekler yemez. Oruç, hurma ya da zeytin ile açılır. Ardından iftariyelik denilen soğuk yiyecekler (peynir, sucuk, reçel) atıştırılır, çorba, pilav ve etli yemekten sonra güllaç ya da baklavayla ağızlar tatlandırılır. Saray sofralarını her gün süsleyen renkli ve desenli porselenlerin yerini daha basit tabağa, çanağa bırakması bile Ramazan’ın sarayı farklı bir atmosfere bürüdüğünü gösteriyor. Sadece yeme-içme alışkanlıklarındaki değişiklikler değil, padişahların ilim meclislerindeki hali de bu düşünceyi destekliyor. Zira padişahlar, âlimler tarafından yapılan ‘Huzûr-u Hümayun Dersleri’ni tahtında dinlemiyor. Oradan inip diğer dinleyecilerin arasına karışıyor, edeple ellerini dizlerinin üzerine koyarak ulemanın Hakk’a hakikate dair sohbetlerine iştirak ediyor.

Osmanlı sultanları Ramazan ayını ilim dünyasıyla bir araya gelmek için fırsat görüyor adeta. Nitekim padişah her ramazan bir yer tayin edip ulemadan bir heyet oluşturuyor. Bir araya gelinen ilim meclislerinde ayetler tefsir ediliyor, âlimler fikirlerini beyan ediyor, çeşitli müzakereler yapılıyor. Bu derslerin bir sistematiği bulunuyor. ‘Mukarrir’ adı verilen alim dersi anlatırken ‘muhatap’ denilen alimler bir yandan dersi dinliyor diğer yandan sorular sorarak konuyu mütalaa ediyor. Derse katılacak olanlar Ramazan öncesinde belirleniyor. Her ders için ayrı bir heyet oluşturuluyor. Heyetin seçimini ise şeyhülislâmlar yapıyor. Âlimler rastgele seçilmiyor tabii. Zira sultanlar tarafından gönderilen emir ve tezkiyelere göre hareket edildiğinden seçilecek kimselerde liyakat, ilmî mertebe ve şahsî özellikler dikkate alınıyor. Belirlenen isimler padişahın onayından geçtikten sonra dersler başlıyor.

Huzur derslerinin yapılacağı mekânı padişah belirliyor. Dersler uzun bir süre, Topkapı Sarayı’nda (Sepetçiler Kasrı, Sofa Köşkü, Revan Köşkü, İncili Köşk, Yalı Kasrı veya Sünnet Odası gibi bölümlerde); Abdülaziz, Mehmed Reşad ve Halife Abdülmecid dönemlerinde Dolmabahçe Sarayı’nda, Sultan 2. Abdülhamid döneminde ise Yıldız Sarayı’nda düzenleniyor. Bazen öğle–ikindi bazen de ikindi–akşam arasında düzenlenen dersler genellikle iki saat sürüyor. Ramazan’ın ilk on gününde tertiplenen derslere yalnızca cuma günleri ara veriliyor. Dersler bir usul erkân çerçevesinde işleniyor. İlim meclisine gelen rastgele içeri girip seçtiği bir yere oturmuyor. Seçilen heyet, önde mukarrir, arkada kıdem sırası ile muhataplar olmak üzere huzura giriyor. Heyet, padişah ve maiyetince ayakta karşılanıyor. Şüphesiz bu davranış, ilmîye sınıfı mensuplarının, Osmanlı’da, başka hiçbir ülkede görülemeyecek bir saygı ve itibara sahip olduğunu gösteriyor. Sultanlar alimleri ayakta karşılamakla kalmıyor, ders esnasında tahtlarında oturmayıp diğer dinleyiciler gibi diz çöküp iki elini dizleri üstüne koyarak sohbeti dinliyor.

Huzur dersleri, tefsir edilecek âyetin mukarrir tarafından okunması ile başlıyor. Okunan âyetler mukarrir tarafından tefsir edildikten sonra muhataplar konuyla ilgili fikirlerini ifade ediyor. Sultanın huzurunda gereksiz tartışmalardan kaçınılıyor ancak padişahlar alimlere fikirlerini rahatça anlatmalarını tembihliyor. Örneğin 3. Selim (1789–1807) derslere iştirak eden hocalara fikirlerini ortaya koymaktan kaçınmamaları gerektiğini bizzat beyan ediyor. Cereyan eden ilmî müzakerelerden sonra sultan, ‘kâfi’ anlamında bir işaret veriyor ve ders mukarririn duasıyla sona eriyor.

Hemra KÖSE Yeni Bahar Dergisi Sayı 68

Lale devri’nde de huzur dersleri sürüyor

Huzur derslerine örnek olabilecek ilk sistemli uygulama 3. Ahmed döneminde, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından (1724) yapılıyor. İbrahim Paşa, devrin tanınmış âlimlerini Ramazan’da kendi sarayında toplayarak onlara Kur’ân’dan bazı âyetlerin müzakereli tefsirini yaptırıyor. 1728 Ramazan’ında düzenlenen derslerden birine Sultan 3. Ahmet ile birlikte Şehzade 3. Mustafa da katılıyor. İbrahim Paşa tarafından düzenlenen bu derslerin Lâle Devri’ne rast gelmesi de çok anlamlı. Zira tarih kaynaklarında Lâle Devri eğlence anlayışıyla ön plana çıkıyor, padişah ve devlet adamlarının mânevî dinamizmini kaybettiği anlatılıyor. Ancak huzur dersleri, Sultan 3. Mustafa döneminin (1757–1774) ikinci Ramazan’ından (28 Nisan 1759) itibaren devletin resmî programına dâhil ediliyor ve kendisinden sonraki sultanlar tarafından da devam ettiriliyor.

Sultan 3. Mustafa, zühd ve takvasıyla tanınan bir sultan olması dolayısıyla dinî esaslara uygun düşmeyen bir karar verdiğini anladığında bundan hemen geri dönüyor ve işin doğrusunu hayata geçirmek için çaba sarf ediyor. Sultanın sır kâtibi tarafından tutulan zabıtlardan, onun vakit namazını cemaatle kılmaya gayret ettiği ve sabah namazını müteakiben sarayda verilen tefsir derslerine katıldığı anlaşılıyor. Sultan 3. Mustafa döneminde 1759 Ramazan’ında icra edilen ilk huzur dersinde; Fetva Emini Ebu Bekir Efendi mukarrir; Nebil Muhammed Efendi, Saray Hocası Hamidî Muhammed Efendi, Şeyhülislâm Müfettişi İdris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî İsmail Efendi ise muhatap olarak yer alıyor. Sultan 4. Mehmed’in akşam ve yatsı namazları arasında Şeyhülislâm Yahya Efendi ve hocası Vanî Mehmet Efendi’den ders dinlediği de kaynaklarda yer alıyor. Huzur dersleri genellikle Kadı Beyzavî ( ö.1285) tarafından yazılan Envârü’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil adlı tefsir kitabından yapılıyor. Özlü bir tefsir olan Envâru’t-Tenzil’in Osmanlı medreselerinde yıllarca ders kitabı olarak okutulması da bu eserin değerini ortaya koyuyor.

Bir sûrenin tefsiri yıllar sürüyor

3. Mustafa döneminde icra edilen ilk huzur dersinde Nisa Sûresi’nin “Ey iman edenler! Hakk’tan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. (...) İyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” mealindeki 135. ayetinin tefsiri yapılıyor. Huzur derslerinde, 1784 yılına kadar Kur’ân-ı Kerîm’den belirli bir sıra gözetilmiyor. Fakat 1785 Ramazan’ından itibaren Fatiha Sûresi’nden başlamak suretiyle Kur’ân-ı Kerîm’deki sıra takip ediliyor. Âyetlerin tefsiri son derece geniş yapılıyor. Meselâ; 111 âyetten oluşan İsrâ Sûresi’nin tefsiri 1755 Ramazan’ında başlayıp 1778 Ramazan’ına kadar sürüyor. 29 ayetten oluşan Fetih Sûresi’nin tefsiri ise 1779–1784 yılları arasında ancak tamamlanabiliyor. Fatiha Sûresi’nin tefsiri 1785 ve 1786 Ramazan’ında bitiriliyor. 1787 Ramazan’ında Bakara Sûresi’nin tefsirine başlansa da 1791 yılına kadar ancak sûre otuzuncu âyete kadar müzakere ediliyor. 1923 Ramazan’ına kadarsa 14. cüzde yer alan Nahl Sûresi’nin 31. âyet-i kerîmesine kadar geliniyor ve bu âyetin tefsiri ile dersler sona eriyor.

Huzur dersleri resmî bir statü ile 1759’dan 1924 yılında hilâfetin kaldırılmasına kadar tam 165 sene aralıksız devam ediyor. Son ders Halife Abdülmecid Efendi zamanında 1923 Ramazan’ında Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenleniyor. Hilâfetin kaldırılması (3 Mart 1924) ile birlikte huzur dersleri de tarihe karışıyor. Bu dersler yapıldığı müddetçe sarayla sınırlı kalmayıp toplumun her kesimine yansıyor. Zira Osmanlı toplumunun ileri gelenleri, padişahların saraylarda düzenledikleri huzur derslerinden ilham alarak imkânları ölçüsünde bu tür dersler organize ediyor. Konaklarda, köşklerde, evlerde hattâ kahvehanelerde ilim meclisleri oluşturuluyor ve hocalar fıkıh dersleri veriyor.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Huzur Dersleri” maddesini kaleme alan Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Mehmet İpşirli’nin verdiği bilgiye göre günümüzde Fas Sultanı II. Hasan’ın huzurunda Ramazan aylarında usul ve muhteva bakımından Osmanlı huzur derslerine benzeyen dersler yapılıyor. Notları da ‘Ed-Dürûsü’l-Haseniyye’ adıyla Arapça ve İngilizce olarak neşrediliyor. Bu derslerde Türkiye dahil bütün İslâm ülkelerinden tanınmış din alimleri davet edilerek bilgi ve yorumlarından istifade ediliyor. Kültür tarihimizin zengin bir safhasını yansıtan bu uygulamaların bugün de şekil değiştirerek devam ettiğini anlatan İpşirli, konferans salonlarında düzenlenen bu tip müzakerelerin bir nevi huzur dersi olduğunu düşünüyor.

Osmanlı padişahları gerek ilmî ve dinî hayatı canlandırmak, gerekse devlet ve hânedanın dinî geleneğe bağlılığını teyit etmek düşüncesiyle ilim meclisleri oluşturuyor ve Ramazan ayı bu dersler sayesinde bereketleniyor. Peki, bu kutlu zamanı genişletme ve huzuru artırma adına biz Ramazan’da ders programımızı nasıl ayarladık?

leyll

Leyll

Ve şimdi yollarına hüzünleri serpiyorlar

Yüreğinde acıların zalimce serpişildiği gibi

Hangi aynalara dönmüşsen karşısında ben duruyorum

Tarifi mumkun olmayan hayatlar yaşıyorum ve bilemiyorum

Yokluğun kabus, gözlerin gazab, varlığın içimde azab oluyor

Sukut sukut ve bir daha sukut diye dönüyor dünya

Zamanın yoklukla kirlendiği günden belli başlıyor sancılar

Adına şimdi yargılar yağdırıp mahkumiyetine gülüyorlar

Leyll şimdi adını anmak dillerime haram sayıp yasak kılıyorlar

22 Ağustos 2012 Çarşamba

işte onlar işte biz

fatih sultan mehmet! sınıfta hiç akıllı durmaz,önünde oturan çocuklara kalem batırır,bağırır çağırır hocası akşemsettin bir şey dediği zaman “sen bana bişey diyemezsin ben padişahın oğluyum” diye tehdit ederdi.

akşemsettin artık bu durumdan rahatsız ama bir okadarda çaresizdi. padişahın karşısına bu konu hakkında gitmekten haya ediyordu.padişaha çocuğunu şikayet etmek düşüncesi ona çok ağır geliyordu. birgün artık herşeyi göze alıp padişahın huzuruna çıktı ve olanları ona sıkılarak anlattı. padişah durum karşısında bir müddet düşündü ve o müthiş planını akşemsettinin kulağına usulca açıkladı. aman yarabbi bu ne plandı,mümkün değildi bu planı uygulamak.akşemsettin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiysede padişah onu dinlemedi ve bu iş olacak dedi. ertesi gün yine ders ortamında ve yine fatih sultan mehmet yaramazlık yapıyordu. akşemsettinin uyarısına yine aynı tehdit cevabını verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi.

bu olay karşısında akşemsettin hiddetlenerek padişaha bağırdı ve bir tokat atarak,
bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi.
padişah mahçup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı.olaylar karşısında
fatih sultan mehmetin nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı.güvendiği babası tokat yemişti.fatih sultan mehmet allak bullak olmuştu.

az sonra kapı vuruldu ve padişah mahçup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi.
plan muhteşem işlemişti....

o günden sonra fatih sultan mehmet asla yaramazlık yapmadı.çünkü güvendiği dağlar kar almıştı artık...

işte akşemsettinin kulağına fısıldanan muhteşem plan,işte çocuk eğitimi.işte onlar, işte biz....

koskoca padişah sırf çocuğunu terbiyesi için gözünü kırpmadan tokat yemeği göze almıştı...

yirmi saniye

Şeytan hizmetçi kılığına girmiş ve yirmi sene Cüneyd-i Bağdadı Hazretleri’nin yanına gidip gelmişti. Bir türlü gönlüne vesvese vermeye, ona istediklerini yaptırmaya muvaffak olamamıştı. Bir gün:
- Ey Üstad! Yoksa siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Dedi.
Hazreti Cüneyd:
- Sen lanetli İblissin. İlk geldiğin andan beri seni tanıyorum, buyurdu.
Şeytan:
- Ey Sultanü’l Muhakkikin! Sizin kadar yüksek dereceye ulaşan başka bir büyük zat tanımıyorum. Yirmi senedir size hiçbir isteğimi yaptırmaya muvaffak olamadım, dedi.
Bu sözleri işiten Cüneyd Hazretleri nefretle:
- Defol mel’un! Şimdi de beni kendini beğenme hastalığına düşürerek mahvetmek mi istiyorsun! Yirmi senede yapamadığını yirmi saniyede mi yapacaksın? Yıkıl karşımdan! Diye bağırdı.
***
İnsanin en zayıf damarı “Sensin!” denilerek, koltuğunun altına girmektir. Nice cahil, günahkar, kendisini alim ve faziletli zannederek bu şekilde zarar vermiş, verdirilmiştir. Günümüzün de en tehlikeli hastalıklarından birisi budur.