7 Aralık 2011 Çarşamba

TÜRKLER DÜNYAYA İKİ KEZ HÜKMEDECEK!

Erdal Demirkıran - Ulusa Sesleniş

3 Aralık 2011 Cumartesi

Ezelî Nur


Ezelî Nur

Nurdan çehrendeki bu nikap da ne
Güneşlere taç giydiren ışıkken
Hep hicranla bunca yıl bunca sene
Geçmiş gidiyor baharlar beklerken.
Ey mukaddes kitap ey ezeli nur
Ey iklimi ziya etrafı huzur
Son demde bir kere daha ne olur
Geliver ışık karanlığı boğarken.
Bahar olmasa da sonbahar olsun
Cihanlar bütün avazınla dolsun
Yeniden namın her yanda duyulsun
Şu fani hayatlarımız biterken.
Şiir: F. Gülen

Şahit olsun


ŞAHİT OLSUN

Ağla sen güzel çocuk gözlerin şahit olsun
Gözyaşınla ıslanan ellerin şahit olsun

Çok yakın güzel günler bir kez daha ufka bak
Hep semaya açtığın ellerin şahit olsun

Şahit olsun kainat alemler şahit olsun
Titreyen sesin ile yüreğin şahit olsun

Yürü sen güzel çocuk sokaklar şahit olsun
Seni mahzun bırakan bu tarih şahit olsun

23 Kasım 2011 Çarşamba

Nilde Bir Sandal

Nilde Bir Sandal

asya’ya vurgunum doktor, elimde değil
afrika’ya da içim gidiyor
buram buram buhara kokuyor düşlerim
ve çöl
ve madagaskar
vesaire

anlıyorum doktor, avrupa bizim kaderimiz
külahım heyecanla dinliyor seni
nil’de bir sandal olmak geçiyor içimden
ve çöl
ve madagaskar
vesaire

Sevda Dedim


Sevda dedim bilir misin ?
Göze almak ölümü,
Sevda dedim öyle değil,
Hiçe saymak ömrü.
***
Sevda dedim terketmek,
Ana, baba, kardeşi,
Eşi, dostu, arkadaşı,
Yari, yareni.
***
Sevda dedim bilir misin ?
Vazgeçmek maldan, mülkden,
Sevda dedim öyle değil,
Değişmek dipten, kökten.
***
Sevda dedim terketmek,
Ana, baba, kardeşi,
Eşi, dostu, arkadaşı,
Yari, yareni.

11 Kasım 2011 Cuma

Türk Olmak


Aslında çok şeydir, Türk olmak.
Türk olmak, Osmanlı’nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi.
Kosova’da ve Bosna’da, Batı Trakya’da ve Makedonya’da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.
Türk olmak Kıbrıs’ta, Hocalı’da, Anadolu’da ve Balkanlar’da soykırıma uğrayıp karşılığında yapmadığın soykırımla suçlanmaktır.

Türk olmak faşist olmaktır, vatanına, milletine, tarihine sahip çıktığınca.
Türk olmak demokrat ve çağdaş olmaktır, vatanına, milletine, tarihine sövdüğünde.
Türk olmak lisanının Avrupa’da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır.
Avrupa’da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir çok asır önce Viyana’yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir tabii ki sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana’yı yakmadığın için.
Türk olmak Selanik’te Pontus Anıtı’nın, Viyana’da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta’da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.
Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icad edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.
Türk olmak; Troya’dan bu yana, Sümer’den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.
Doğu Roma’yı da Batı Roma’yı da yıkıp, yeni Roma olan AB’ye girmeye çalışmaktır Türk olmak.
Türk olmak, Mostar’da köprüdür, Kerkük’te kaledir, İstanbul’da
Kızkulesi’dir, Anadolu’da buğdaydır, Çukurova’da pamuktur, Ege’de tütün, Karadeniz’de fındık, Trakya’da ayçiçeğidir.
Türk olmak Çanakkale’de ölmektir. Çanakkale’de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.
Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlından helallik almaktır.
Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.
Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini
reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve
sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.
Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de
dönmeyeceğini bilerek. Türk olmak, annenin şehit oğlunun
ardından ‘bir oğlum daha olsun, onu da vatan için göndereceğim’
demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez
dokunurken ‘vatan sağ olsun’ demesidir.
Türk olmak ‘Türk çayında radyasyon olmaz’ yalanları ile, ‘gusül
abdesti alana aids bulaşmaz’ dolanları ile yaşamaktır.
Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.
Türk olmak, ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. Göz hakkına, diş kirasına saygıdır.
Türk olmak. Evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.
Türk olmak, milli maçta ağlamaktır. Ayhan Işık’a, Belgin Doruk’a aşık olmaktır. Türk olmak, aşkını ölesiye sevmektir. Aşkı için ölmektir, öldürmektir. Sevdiceğinin elini bir tez tutamadan, toprağa girmektir.
En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. Eşkıyaya türkü
yakmaktır, Türk olmak.
Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak.
Türk olmak Yunus’u bilmektir, Aşık Veysel’i sevmektir. Mevlana’yı,
Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Hoca Yesevî -tek bir satırını okumasa da
yüreğinde taşımaktır.
Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü’nde…
Hayatın sana verdiklerine ‘nasip’, vermediklerine ‘kısmet’ demektir. Her işin ‘hayırlısına’ inanmaktır ve ‘feleğe’ küfretmektir ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.
Türk olmak, Asya’da batılı, Avrupa’da doğulu diye tepki görmektir.
Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradandan ötürü sevmektir.
Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip
üzerindeki ölü toprağını atabilmektir. T
Türk olmak, mahalle maçı için aynı saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir.
Tavla oynarken bile kavga ederken, milyon kişinin kavga
etmeden gösteri yapabilmesidir.
Türk olmak, buhran zamanında Arjantin’de de mağazalar yağmalanırken, daha ağır buhranda sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.
Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.
Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu’da her düşen yağmur
damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir.
Türk olmak, medeniyetler mezarlığı Anadolu’da dik durabilmektir.

10 Kasım 2011 Perşembe

Tekfurun Kızı

Ben seni alamam ah Holofira
Azığım tam takır bineğim nalsız
Bir bende geçerim kalacağım yok
Dostlarım bivefa düşmanım yalsız
Kolum halat değil bakracımda kum

Ben seni alamam ah Holofira
Sade yoksulluktan yokluktan değil
Eline kir olsun elli üç lira
Amma ki alamam
Bir uzak sevi gelmişte çökmüş ta onlar gibi

Ben seni alamam ah Holofira
Geç git hiç bakmadan eylenme emi
Pusatları parlak bimbaş istesin
Seni ulak elçi naib-i kral
Ben hoyrat söyleyeyim, el bana hoyrat
Gelip de ne diyeyim şu dillerim lâl

Ben seni alamam ah Holofira
Baban kâfirine kılıç üşürsem
Hem de gece bassam iti uykulu
Şöyle “ya Allah”la bohçanı dürsem
Amma ki alamam

Yaradan beni ne ardıç ne çınar ufarak çayır
Koşumun gıcırdar ölmek dilerim
Bağrım kaynıyordur yüklerim ağır
Sen bir düş imişsin kuşluk çağında
Soluma tükürdüm rabbim gafurdur
Bilesin kavuşmak yoktur İslâmlıkta
Kavuşan kısmısı ancak gâvurdur.


Süleyman Çobanoğlu

Balon

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi
takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyor...
du.
Onu hayrete düşüren şey,
"Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların
adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor
ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın
kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı.
Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü.
O ana kadar balonlardan
ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali
kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan
tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve
yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı.
Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,
baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan
birini sana veririm. Yapılan teklif,
yavrucağın aklını başından almıştı.
Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını
aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı.
Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan,
bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını
hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara
ulaştığında bir müddet onları seyretti ve
dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.

Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından
diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı.
Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa,
dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu.
İster istemez balonu yerinde bırakıp
aşağıya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı.
Kaldırım kenarına oturup baloncunun
uzaklaşmasını bekledikten sonra,
dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde
kalsa da, bir balonum var ya artık..

9 Kasım 2011 Çarşamba

Duman ( incir reçeli )

Benim bu derdim 
Ne yağan yağmurda 
Ne yalancı sonbaharda 
Ne bomboş sokaklarda... 

Kırılmış her yanım 
Kaybolur zaman saçlarında 
Gözlerim sokaklarda 
Sebebi isyanı aşkımın... 

İçim yanar, içim kanar da... 
İsyan... 
Geriye bir avuç yalan 
Beni bu derde sen attın da 
Gittin ya kafam hep duman...


Halil Sezai Paracıkoğlu

8 Kasım 2011 Salı

Leyla

Dinleyelim dağ başında,
Ne söyler şu Leylâ, Leylâ,
Oturalım biz diz dize,
Hu çekelim Leylâ, Leylâ…
Derdim koymuyor engel
Ölürsem üstüme sen gel
Çeşm-i yaşla yu Leylâ
Yu Leylâ, Leylâ
Çakmağın üstüme çaktın,
Onulmaz derde bıraktın,
Vücudum odlara yaktın,
Ateşe su Leylâ, Leylâ…
Derdim koymuyor engel,
Ölürsem üstüme sen gel,
Çeşm-i yaşla yu Leylâ,
Yu Leylâ, Leylâ…


Mustafa Demirci

beni bana bırakıp gitme

Kör gecenin içinde ağırla düşlerimi
Matemsi bir koku bırak avuçlarıma
En senli yanıma dokun hüznünle
Kayıp bir kenti onar gözlerinle
Sen, gülüşünden şebnemler içtiğim
Ağlatma, ağlatma beni serin yaylaların eteklerinde
Sen, küçük bir kelebek gibi kon omuzlarıma
Öyle narin kal ki dilimde, konuşmaya kıymaktan korkayım
Sen, sakın bana beni bırakıp gitme . . .
Sen, gülüşünden şebnemler içtiğim
Beni, bana bırakıp gitme . . .

16 Ekim 2011 Pazar

Dur Gitme

Dur gitme
Senin çuvalında altın kadehim
Geri dönmen için
Dur gitme
Sensiz ben ateşlere düşerim
Ne zemzemi
Tavaf bitti
Ben susuzum
Arkamdan yırtılmış gömleğim
Ben suçsuzum
Dur gitme
Kuyuya attın aşkımı
Kervan bekliyordum nice zamandır
Kervan geldi
Bak
Yalnızlığa köle satıldım
Düştüğüm yer zindandır
Bıçağa teslim ettim başı
Dur gitme
Bıçak keser mi taşı?
Dur gitme
Bir soru daha sormayacağım
Ama bu tufanda neyin nesi
Söyle
Neden gemine almıyorsun beni
Tüm günahlarımın bedeli ödendi
Bu aşkın ızdırabıyla
Dur gitme

Bir kez daha görmeliyim seni
Dur gitme
Kargadan görmedim ben
Bir sevdayı gömmeyi sende öğrendim
Bekle!
Yunusun ahı olurum
Salihin bedduası
Sodom ve Gomoreye yağdığı kadar
Bela düşer kalbine
Hangi deniz yol verir sana bundan sonra
Dur gitme
Dur gitme
İlk katil Kabil
Ama sen en acımasızısın
Eyyüb kadar sabremem sensizliğe
Züleyhadan kalma günahın

Dur gitme
Engelleyemez bu sapkınlığı Harun
Dur gitme
Tecelli ederse doğrular
Kalır mı tur-i sina?
Ve ben yemin ederim gecenin günahına
Süleyman bile döndüremez
Seni artık yolundan
Kanı hala damlıyor
Şehittir zekerriyya
Ben-i İsrail gibi bana böyle zulmetme
Bak yıllar oldu Yakup hala ağlıyor
Calutun kucağına atma beni

Dur gitme
Dur gitme
Benim yüreğim
Senin sidretül müntehandır
Ötesine izin yok kül olacak bedenin
Dinlemedin sözümü oklandı mutluluğum
Bu kaybettiğimiz kaçıncı imtihandır
Yasaklı aşk meyvesi
Yedirilmiş Ademe
Gidersen takibinde muhakkak kıyamettir
Arkanda bunca acı
Söyle,böyle nereye

Ölümdür bu gidiş yar
Yalvarırım
Dur gitme
Şiir : Abdülkadir Karaca

ömrümün tek sebebi

Hüzün sarar dört yanımı
Korkular çığlıklarını
Atar gider karanlığa
Düşlerim sorgular beni
Dilim Söylüyor İsmini
Mızrap okşarken telleri
Yüreğime yazdım seni
Ömrümün Tek Sebebi
Bunları söylerken sana
Hayatım paramparça
Canım rüzgarla savrulsa
Yinede unutmam seni

3 Ekim 2011 Pazartesi

Sen benim hüzün yanimsin...


Sen benim hüzün yanımsın. Güneşin vurmadığı gölgede kalan yanım. Kimselerin bilmediği kendime sakladığım. En çok ayazda kalmış olup da rüzgara savuramadığım, alıp alıp defalarca sineme sardığım yanımsın. En çok kanayan yarama sarmaya çalıştığımsın. Sardıkça kanayan kanadıkça sardığımsın…

Sen benim hüzün yanımsın. Her doğan günle bir ke...z daha ümidimi yıkan tarafımsın. “Olmadı olmayacak” dedirten hain düşmanımsın. “Ah çıksa gelse şimdi…” diyecek kadar kendimi kaptırdığım saflığımsın. “Çıksa ve gelse, alsa ve götürse…” diye çırpan kanadımsın. Ve her defasında kendime kırk kez söyleyip kırk kez yanıldığımsın.

Sen benim hüzün yanımsın. Söküp atamadığım umut çiçeklerini gömdüğüm toprağımsın. Bahar gelir yeşerir diye yağmur, çamur, kar kış demeden suladığımsın. Olur da bir gün açarsın diye beklediğim sevdamsın. Sevda çiçekleri açar mı bilinmez ama umuduna umudumu bağladığımsın.


Sen benim hüzün yanımsın. Dar vakitte bulup tez zamandaki kaybımsın. “Ne olur kal benimle” dedirtecek kadar yalvardığımsın. “Sensiz hayatı istemiyorum” diyecek kadar uçurumdan kendimi attığımsın. Geceyle gündüzümü, yanlışla doğrumu karıştıran arafımsın. Sahi sen benim soldan soldan vuran yanımsın.

Sen benim hüzün yanımsın. Sensizken anlamını yitirdiğim hayatımsın. Bütün kelimelerime yüklediğim anlamsın. “Sen” diye başlayıp da bitiremediğim üç noktamsın. “Sen, sen ille de sen” diye durup durup nefes aldığımsın. “Sen varsan ben varım” dedirtecek kadar kendimi hiçe saydığımsın. Kaderi kaderime yazılsın diye her gün Yaratıcıya yalvardığımsın. Aklımda, yüreğimde ve duamda olansın.

Sen benim hüzün yanımsın. Bakışına hasret kaldığım, sesine özlemle bağlandığımsın. Özlemim, hasretim, bakmaya doyamadığımsın. Bahtıma doğanımsın. Olmazsa olmazsımsın. Nefretim, öfkem, kinim, sevincim, umudum, düşüm, rüyam, hayalim ama en çok ağlatan, en çok da kanatansın… Sen tarifi imkansız aşkımsın. Cansın… Candasın…

Tarihte lafı gediğine oturtanlar

1. Bir toplantıda, bir genç Mehmet Akif' i küçük düşürmek ister:
- "Affedersiniz, siz veteriner misiniz?" Mehmet Akif hiç istifini
bozmadan şöyle yanıtlamış:
- "Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?"

2. Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere
çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri
ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- "Sen sır saklamayı bilir misin?" diye sormuş. Vezir:
- "Evet hünkarım, bilirim" dediğinde, Yavuz cevabi yapıştırmış:
- "İyi, ben de bilirim."

3. Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden bir kadın milletvekili,
Churchill' e kızgın kızgın şöyle seslenir:
- "Eğer, karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım."
Churchill, oldukça sakin kadına döner ve lafı yapıştırır:
- "Hanımefendi, eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve içerdim."


4. Sokrates ve eşi bir türlü iyi geçinemezlermiş. Bir gün eşi
Sokrates'e verip veriştirmiş, ağzına geleni söylemiş. Bakmış
kocası hiç bir tepki göstermiyor; bir kova suyu alıp başından aşağı boşaltmış. Sokrates, gayet sakin:
- "Bu kadar gök gürültüsünden sonra bir sağanak zaten bekliyordum" demiş.

5. Bernard Shaw ile Churchill hiç geçinemez ve sık sık
birbirlerini iğnelermiş. Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine,
Churchill' i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:
- "Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp
gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa." Churchill, hemen cevap
göndermiş:
- "Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu
seyretmeye gelemeyeceğim. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa."

6. Bir gün Eflatun, talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve şiddetle azarlamış. Talebesi:
- "İyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum" diye itiraz edecek
olunca Eflatun cevap vermiş:
- "Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum."

7.Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle
ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi
olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri
kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
- "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen,
kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir:
- "Ben çekilirim."

8. Meşhur bir filozofa:
- "Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar
fakirsiniz?" diye sorulduğunda:
- "Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan" demiş.

9. Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile' ye hasımlarından biri:
- "Efendim" demiş, "Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?"
Galile: - "Doğru" demiş, "Benim kulaklarım bir insan için biraz
büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mi?"
10. Bir filozofa sormuşlar: - "Şansa inanır mısınız?" Filozof:
- "Evet, yoksa sevmediğim insanların başarılarını neyle
açıklayabilirdim."

29 Eylül 2011 Perşembe

YALNIZLIK CİNAYETTİR


kendime kuytu bir ölüm arıyorum yalnızca kendime
düşlerime sokak kedilerinin gözleri giriyor, korkuyorum
boynunu kendi bileğine dolayıp asılan bir adam
kanını sulandırılmamış alkole banan
sokak satıcıları epey bilir bunu yalnızlık cinayettir

yalnızlık cinayettir bütün notalarda, bütün dillerde
bütün hecelerde, "a" sesinde, re minörde, mors alfabesinde
yalnızlık cinayettir kendi tükürüğüyle
ıslanan bedenlerde eski bir kokudur, yalnızca budur

ıslak paspas kokusudur, gece morudur
bileği tahriş olmuş bir kadının dinmeyen korkusudur
ansızın yakalanmasıdır bir kuşun kapana
trenin gecikmesidir istasyona yalnızlık cinayettir

sevişirken kramp girmesidir, ölürken birdenbire
sıçramaktır başka bir zamana, kadeh tutarken
elinin titremesidir, sesinin duyulmasıdır susarken
karnına saplanan bıçağı sevmektir yalnızlık cinayettir

cinnettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok iyi biliyorsun bunu
düşlerime kalabalık bir cadde giriyor. korkuyorum
saçlarını sırtından sallandıran kadınlar kadar
uzayıp gitmesi kadar bir aşkın telaşla
yanlışlıkla, su katılmamış bir sevişmenin ardından
ters yakılması kadar sigaranın, benim kadar
yani ellerim kadar, bedenim kadar, düşüncelerim
sırlarım, kaçışlarım kadar saçmadır yalnızlık cinayettir

cennettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok görüyorsun bunu
bütün delillerimi yaktım, beni ötelere götürecek
yollardan zaten uzaktım
her kadına yeni, bir zevk, her kadına
yeni kurulmuş tuzaktım bütün delillerimi yaktım
sonrası yok. sonrası çok gizli bir fotoğrafın arabı
yüzümüz siyah ve anlamsız, dışımız beyaz ve derin
sanki bir diktatör anıtı, kan akıtan bir nehir
işlenmemiş suçlarımız sanki yalnızlık cinayettir

cennettir
cinnettir
cinayettir.
zaman doldu
artık gidiyorum arkama bile bakmadan
arkaya bakmak çok eski huyudur
bazı çirkin adamların
zaman doldu
artık gizlemiyorum kendimi çok kadınla seviştim çoğu buluttu
basbayağı buluttu bildiğimiz buluttu dağılıp gidiyordu ben ço-
ğalttıkça
bir akşam usulca girdim kanıma
kendim karar verdim hep kendim karar verdim
yanlış da olsa sevdim pişman değilim, neden olayım?
bir akşam; üç gün üç gece poker oynamıştım
ne güzel. üç gün üç gece yeterince
içmiştik demek ki onar şişe, belki on beş
yirmi belki de.
abdullah, ah dostum, sevdiğim, çalı yüzlüm abdullah
kaç kurşun sıktı üstüme
yeterince içmiştik. vuramadı
vurdu, ben anlamadım belki de
belki de yavaş yavaş devam ediyorum ölmeye.


ALTAY ÖKTEM

Yanlış Anla Beni...

Keskin bıçak aşkının kestiği damarımdan
fışkıran ayrılığı intihar ediyorum...
Kırık şakaklarıma yapıştırdığın teselliyi dudağımda
uçuklattım...
Gidiyorsun yağmurun kızı çekmişsin pimini ayrılığa..
Gözlerinden ağrılar sızıyor çığlığını yüklerken gemilere..
Geldiğin her yere yabancısın içinde taşıyorsun katilini
Tokada doydu yüzünün sol yarısı..
Kalın bir kalem altını çiziyor şimdi
Kanat sürçüyorsun bir gidişe
Ardında gurbetleşen kavuşmalarımız
Yakıştırıyor her intiharı bana...
Benden çok sağanaksın
Parmaklarımın ucusun
Yaktım ve içtim
Dön ve gül...
Gül ki,
Gözlerim
Çiçeklensin...
Yalanlarla
Saklıyorum
Sevdamı...

Ne olur yanlış anla beni...

K.Tazeoğlu

Zor Geliyor

Terk edip gitmek kolay
Alışkanlık kalır sadece geriye
Ve bir tek o koyar

Zor geliyor
Bitirmek başlamaktan
Barışmak savaşmaktan

Zor geliyor
Kabullenmek aldanmaktan
Ağır geliyor

Terk edip gitmek kolay
Alışkanlık kalır sadece geriye
Ve bir tek o koyar

Yeniden sevmek kolay
Başından başlamak gerekir her şeye
Ve bir tek o yorar

Ne senle ne de sensiz

Zor geliyor
Sevişmek uyumaktan
Unutmak kin tutmaktan

Zor geliyor
Bildiklerim yalanlardan
Ağır geliyor

Terk edip gitmek kolay
Alışkanlık kalır sadece geriye
Ve bir tek o koyar

Yeniden sevmek kolay
Başından başlamak gerekir her şeye
Ve bir tek o yorar

Ne senle ne de sensiz

Olmuyor

Ayrılık Gelmeden Git Sen


kimsesiz bir gökyüzüne
lâl bir dilin tüm sesiyle haykırması kadar sağır,
karanlık sularda,bir âmânın gözlerini araması kadar kör;
yani anlamsızlığa yeni anlamlar yükler gibi
yalnızca yalnızlığa anlatıyorum kendimi…
çıkmaza düşmüş şiirlerin koynunda
bir uzun yol oluyor kalemden süzülen her harf
her hece aklımın kabristanlarında yankılanan
sahipsiz bir ölüm çığlığı,
masumiyeti sesimde eskiyen…
ve dudaklarımın ucunda bitmek bilmeyen acılı tiryakilikler
ve sonrasızlığın deminde keder dökülüyor kağıtlara
hâsılı aşk; ölü doğmuş bir çocuk şimdi
yüreğimin sevda çukurlarında…
hadi yâr kendini al gecelerimden
al ve git!
zaten bir uzak düştü benimki;
ertelenmiş zamanlarda resmedilirken mavinin imkansızlığı,
şiirler nice sevdaya küs bakış hüküm giymişken,
ezbersiz acılar eşliğinde gözlerinde tükenmek
ve ölebilmek kirpiklerinin iz düşümünde
hani meçhul bir izbede seninle el ele…!
oysa mutluluğu çoktan rehin bıraktım ben
bilmem hangi şehrin emanetçisinde
ve senden habersiz,
adından acılar türetiyorum şimdilerde…
dilimin ucuna geliyorsun bir zaman
yaşamak soruyorsun!
yaşamak; kör bir sancıdır sol yanımda,
dönüşsüz bir türkünün kambur sesinde yitip giden…!
ve dinledikçe kendimi,
kâbus olup büyür geceler karanlığın uğultulu yollarında…
ben kaçmak isterken her şeyden
gözlerin adına kendime sefer üstüne sefer eylerim.
sana çok benzeyen bir şehir olur geçtiğim her yer
her yer öylece uzar gider içinde gözlerimin
ve bizden çok uzakta
mevsim çömezi bir haziran
sonbahara uyanır şehr-i İstanbul,
gözlerinde bir mavi yangın
ve saçlarından dökülür martılar
Üsküdar’da pasaklı bir deniz kızının
sâhi martılar diyordu bir şair:
“martılar ki sokak çocuklarıdır denizin”
yani öylesi kimsesiz ve unutulmuş
yani morarmış kanatlarında münzevi bir hayat taşıyan
sonrası geç kalmış yaşanmışlıklarda
bulutsuzluğa prangalı bir çift yağmur damlası,
yağmasın diye kulelerde saklanan..!

işte böyle “can” dediğim:
yetim çocuklar hüznünde
kâhır yüklü gölgeme
çokça sahiplik etmişken bedenim,
yorgunluğun kıyısında
hüzün olup işlenmişim ömür gergefine…
çapulcu dillerin nazarında
sevdaya zûl libaslar giyinen,
uğursuzluk alâmeti koca bir hiç’miş adım…
ötesi yok!
gurbet yokuşu ağlamalar pazarında
iki damla gözyaşıymış bedelim
ve soyunup benliğimden
elem üstüne elem giyinmiş
sana pervane yüreğim
gözlerimde gözlerini ateş bilip yanmışım öylece
hiç ses etmemişim
meğer ne çok kedermiş
gözlerinin içinde tutuklu kalmak..!
lâkin sevmişim işte
her şeyden ve herkesten öte
sadece sevmişim seni…
ama sen kendini sök düşlerimden
sök ve git şimdi!
yolların koynunda
başımı yaslayıp ölümün yamacına
bunca acıyla yoldaş olmuşken ben
sen kaç benim kalabalığımdan
ve bir intiharın şafağında
sesini sil şiirlerimden
olmasın dönüşü gittiğin yolun
kalemi kırılmış gelişlerin hükmünde
sonsuz bir gidişle
unutmalara aç yüreğini,
yüreğini toparla yüreğimden
cellat bayramı asılışlarda
nasırlı urganlar kuşanmış şiirlerde seyreyle yüzümü
ve zamana not düşsün akreple yelkovan
yüzün kalbimin ortasında
yalnızlık yazgısı yemin olsun
ki belki arınıp mezar kalabalıklardan
ben yine ben olurum…!
yağmurlu bir gökyüzü akşamı
hani olur ya!
düş yorgunu bir martı gelir de hatırlatırsa beni
“ziyan ömürler kucağında
kendine has ölümler büyüten
bir deli çocuktu” dersin…
hadi git şimdi
git ki gözlerine “ayrılık” değmesin…!

Hala Sizinleyse...

1 yaşinizdayken sizi elleriyle besledi ve yikadi
Butun gece aglayip onu uyutmayarak teşekkur ettiniz

2 yaşinizdayken size yurumeyi ogretti
Size seslendiginde odadan kacarak teşekkur ettiniz

3 yasinizdayken size ozenle yemekler hazirladi
Tabaginizi masanin altina dokerek tesekkur ettiniz

4 yaşinizdayken elinize rengarenk kalemler tutuşturdu
Evin butun duvarlarina resim yaparak teşekkur ettiniz

5 yaşinizdayken sizi cici kiyafetlerle susledi
Gordugunuz ilk camur birikintisine atlayarak teşekkur ettiniz

6 yaşinizdayken okula kadar sizinle yurudu
Sokaklarda "GITMIYCEEEEEEEM"diye aglayarak teşekkur ettiniz

7 yaşinizdayken size bir top hediye etti
Komşunun camini kirarak teşekkur ettiniz

9 yasinizdayken size dular öğretti,
siz her seferinde unutarak teşekkür ettiniz.


11 yasinizdayken sizi arkadaşinizla sinemaya goturdu
"Sen bizimle oturma"diyerek teşekkur ettiniz

12 yaşinizdayken zararli TV programlarini seyretmenizi istemedi
O evde degilken hepsini izleyerek teşekkur ettiniz


19 yaşinizdayken okul masraflarinizi karşiladi,sizi arabayla
kampuse
goturdu ve eşyalarinizi taşidi
Arkadaşlariniz alay etmesin diye kampus kapisinda vedalaşarak
teşekkur
ettiniz

21 yaşinizdayken iş hayati ve kariyerinizle ilgili size fikir
vermek
istedi
"Ben senin gibi olmiycam"diyerek teşekkur ettiniz

22 yaşinizdayken kep giyme toreninizde size gururla sarildi
Avrupa seyahati icin para isteyerek teşekkur ettiniz

25 yaşinizdayken dugun masraflarinizi karşiladi,sizin icin hem
mutlu
oldu
hem cok duygulandi
Siz dunyanin bir ucuna taşinarak teşekkur ettiniz

30 yaşinizdayken bebek bakimi hakkinda size akil vermek istedi
"Artik bu ilkel yontemleri birak"diyerek teşekkur ettiniz

40 yaşinizdayken sizi arayip bir akrabanizin dogumgununu hatirlatti
"Anne işim başimdan aşkin"diyerek teşekkur ettiniz

50 yaşinizdayken o cok hastalandi, haftasonunda onu gormeye
gittiginizde
mutlu oldu
Ona yaşlilarin cocuk gibi nazli oldugunu soyleyerek teşekkur
ettiniz

Derken bir gun..... o öldü
O gune kadar onun icin yapmadiginiz ne varsa, o anda kalbinize bir
yildirim
gibi duştu....



EGER HALA SIZINLEYSE, ŞIMDI ONU HER ZAMANKINDEN DAHA COK SEVIN

28 Eylül 2011 Çarşamba

SÜKUT



Bir sükut ki yüreğimde sorma
Büyüdü dağlar kadar
Sükut, çok koyu düştü yalnızlığa
Aklımda hep o gün
Bir yol kıvrımında ağlayan o iki göz
Sabahında gördüğüm o rüya ve o derviş
Unutulmak dedi ölmektir
Epeydir yüreğim hiç uğranmamış bir tenha
Bak nazar etmiyorsun diye dönmüyor dünyam
Bir bak, bak ki yeşersin sevdam
YETİŞ

Dilerim lal gayri iflah olmaz sevda ki sorma
Sorma ki ne yordu beni hayat
Sancısı dünden yüreğimin
Yine ağlıyorum
Yine solgun yüreğim
Bak yine bahar geldi sevgilim
Yine uzaklarda gözlerim
Yüreğim yangın yeri kor alev ki sorma
Sorma ki ne yakar beni bu özlem
Sevdası dünden yüreğimin
Yorgunluğu ezelden
Yüreğimi yoran hayat mı
Yoksa yüreğim mi yormakta hayatı
Ben sevmek istememiştim oysa
Ben sen olmak istememiştim
Her özlem bir muhabbet sonucumudur.
ÖZLEDİM, ÖZLEDİĞİMDENDİR SANA GELİŞİM.
SÖYLE YÜREĞİN HALA YÜREĞİME SICAK MI?

Bir Adın Kalmalı

Bir adın kalmalı geriye

Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

Aynaların ardında sır

Yalnızlığın peşinde kuvvet

Evet nihayet bir adın kalmalı geriye

Birde o kahreden gurbet

Sen say ki ben hiç ağlamadım

Hiç ateşe tutmadım yüreğimi

Geceleri koynuma almadım ihaneti

Hele nihavend hele buse hiç geçmedi aklımdan

Ve hiç gitmedi bir topak kan gibi adın

İçimin nehirlerinden

Evet yangın

Evet salaş yalvarmanın korkusunda talan

Evet kaybetmenin o zehirli buğusu

Evet isyan

evet kahrolmuş sayfaların arasında adın

Sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı

Bu sevda biraz nadan

Biraz da hıçkırık tadı

Pencere önü menekşelerinde her akşam

Dağlar sonra oynadı yerinden

Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca

Sen say ki yerin dibine geçti geçmeyesi sevdam

Ve ben seni sevdiğim zaman bu şehre yağmurlar yağdı

Yani ben seni sevdiğim zaman

Ayrılık kurşun kadar ağır gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın

Yine de

Bir adın kalmalı geriye

Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

Aynaların ardında sır

Yalnızlığın peşinde kuvvet

Evet nihayet, bir adın kalmalı geriye

bir de o kahreden gurbet

beni affet

kaybetmek için erken

sevmek için çok geç

 
İBRAHİM SADRİ

Ne fayda


Seni anlatma arzusunda kelimeler vurup kaçıyor kalbime
Seni taşıyan cümleler dökülse kağıtlara ne fayda, yoksun
Güneş, her sabah yaşadığımı hatırlatmanın yersiz çabasında
Sonuma taşıyor saatler, ömür bir kerelik, hayat senden yoksun

Her halim sensizliğimi aşikâr kılıyor, tarafımdan gizlenemeyensin
Canım kanıyor, ağlasam ne fayda, sızlansam ne fayda
Çaresiz, iman tazeliyorum çaresizliğimle, kader diyorum işte kader
Yokluğunun orucundayım, senden yana nasibim keder

Şehrin aşk mağduru temsilcisi edecek beni yokluğun biliyorum
Aklımı yitirdiğime dair söylentilerin sebebi sen olacaksın, 
Yazık, sevipte kavuşamamış bir adam diyecekler yüzümdeki sensizliği görenler
Kaç bin geceyi gözlemeliyim seninle aynı anda aynı yıldıza bakmak için
Medet umduğumuz yön hatırına, bir ses ver Allah için!

Hangi dua kaç bin kez okunmalı yollarını bana çevirmeye?
Kaç yetimi doyurup, kaç düşküne el verdim
Varlığım hüküm sürerken ve üstüme kapanmamışken rahmet kapısı
Sen hangi kitaba sığdırıp benden böyle vazgeçtin?

Daha kaç gecenin nöbetini gözlemeli gözlerim
Sorgusuz ve parolasız durma gel demeye hazırım sana
Doldum dolacağım kadar, limiti yok bu özlemin
Yaratılmış olma gayem varlığına özlem duymak mı?

Gittin! Aklım gitti! Müjdeler olsun artık deliyim! 
İbadet hükmü kaldırıldı varlığımdan!
Yokluğundan meskûn mahallelerin yaşayan tek ferdiyim
Artık kendimden korkarım! Beni benden korusun Mevlam

Kadir Oğul

Edebi Yaşayan Osmanlı


Osmanlı’da sadaka taşları varmış, ihtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın şehadetleriyle, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Aynı şey yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan konaklarda da uygulanır, yolcu eğer ihtiyacı varsa yatağının başucundaki keseden alabilirmiş. Binitine ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirmiş.



Eskiden “Kapıyı kapat!” denilmezmiş. Allah (c.c.) kimsenin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş. “Kapıyı ört, ya da sırla” denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edebdenmiş.



“Lambayı söndür” demezlermiş. Allah (c.c.) kimsenin ışığını söndürmesin, “Lambayı dinlerdir” derlermiş. Lamba yakılmaz, uyandırılırmış. Uyuyan birisi uyandırılmak için sarsılmaz veya adı ile çağırilmazmış. “Agah ol erenler” derlermiş. Nezaket, incelik, edeb her işin başı imiş de ondan… Ona eren uyanık olurmuş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.


Hanımlar “Efendi” derlermiş beylerine, “siz” derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş. Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği için, adı “Karınca basmaz Efendiye” çıkan insanlar varmış.


Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edebmiş.Kapı eşiğindeki ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. “Git bir daha gelme!” der gibi değil de, “gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsun” der gibi dizilirmiş.


Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.



“Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler.”diye tarif eder Üstad Necip Fazıl bu hali

27 Eylül 2011 Salı

umudumuz kıyamet

ey yar
ben sen; sen ben oldun
hasretin adını birlikte koyduk
vuslatımiz hayal, aşkımız hicran oldu
yüreğimizle kuşandık sevdaları
Sonu düşünmedik geçerken hasret yollarını
kalbimizi mühürledi zaman
sevdamızı hatıra eyledi zaman
göremedik sonumuzu ulaşamadık birbirimize

demir atmıştık yanlış yakılmış yüreklerimize
fırtınaların alabora etti beni 
demiraldın sen, sen limanımdan
sorabilseydim yüreğine
acı vermezdim senle anlam bulan sözlerime
hasret yüklü bulutları görürdüm gözlerinde
her an yağacak gözyaşın akmasın diye 
ben ağlardım hergece

dalgandıkta durulduk
durulduğumuzda ikimizde kaybolduk
gözlerimiz ağlamaz, güneşlerimiz doğmaz oldu
sevda bizi terk edeli
umudumuz kıyamet oldu..


Şükrü SOYLU

güvercin




Bir dalın üstünde boynu büküksün
Bırak, gözyaşların toprağa düşsün
Toprak anasıdır yaşayanların
Dertlerini emer ağlayanların
Kanatların sanki yıldız otağı
Senin de sırtında şu hayat dağı
Bilmiyorum, ne var aynalarında
Ben, köşk arıyorum rüyalarımda
Sanki yılanlarla belada başım
Bir anda köpüğüm bir anda taşım
İnsanlar içimde bitmeyen sancı
İnsanlar, tuhaf mı tuhaf, yabancı
Ne o, yoksa sen de avare misin
Sokak sokak gezen divane misin
Suskun durma öyle, konuş, ne olur
Belki alev söner, hüzün kaybolur
Galiba dumanlı yeşil gözlerin
Yolunu mu kaybetmişsin göklerin
Kirpiğin mi ıslak, elin mi şaşkın
Esiri mi oldun sen de bir aşkın
Bak bizi bekliyor güneş ve çiçek
Davran yoksa dakikalar bitecek
İkimiz de yorgun, perişan, sessiz
Korkarım ki, kıyameti bekleriz


NURULLAH GENÇ

SİYAH GÖZLERİNE BENİ DE GÖTÜR






nurullah genç
Daha dokunmadan kurudu irem


çöllere bir türlü yağamıyorum

yeni bir koşunun başlangıcında

biraz deprem sonrası

biraz şehir hülyası

bir kalp yangınından geriye kalan

siyah gözlerine beni de götür

artık bu yerlere sığamıyorum.



Pembe uçurtmalar yolladığından beri

sarardı tiryaki menekşeleri

sonbaharın tozlu kafeslerinde

sevgi turnaları yakalıyorum

turnalar gidiyor;ben kalıyorum

avareyim,asudeyim,yorgunum

bilmiyorum neden sana vurgunum

Erzurum garında banklar üstünde

uyku tutmuyor karanlıkları

yitik düşlerimi kovalıyorum

gölgeler gidiyor;ben kalıyorum.



Binbir türlü kokuyorsa yaylalar

siyah gözlerine beni de götür

baharın koynundan koparıp sana

ipek bir mendile sardığım yüreğimle

şehzade gülleri gönderiyorum

umutlar kalıyor;ben gidiyorum.



Bütün yelkenlileri,deniz fenerlerini

kaptanları sorgulayan

yanından geçen küheylanların

korku tufanına yakalandığı

siyah gözlerine beni de götür

güneş ülkesinden gelen yiğitler

benzeri olmayan bir dünya kursun

cellat,ayrılığın boynunu vursun.



Usul usul intizarı çürüten

bu hercai diken,bu çılgın arzu

sürüklüyor imkansız muştuların

eşiğine gönül vadilerini

bir ağaçtan düşen yapraklar gibi

düşüyorum tanyerine

ya topla yaralı kırlangıçları

ya da bu vefasız şarkıyı bitir

özgürlüğe giden tutsaklar gibi

siyah gözlerine beni de götür.

HAKKINI HELAL ET YÜREĞİM



Kelimelerin ağırlığı tek tek dilime çöktüğünde, kalemın emri ile yazmaya başladım.
Söz nerde başlayacak nerde bitecek inanın bende bilmiyorum.
Konuşan yüreğim mi yoksa nefsim mi onu da bilmiyorum.

Yüreğimle iyi geçiniyoruz da nefsim için aynı şeyleri söyleyemiyeceğim.
Ey nefis nedir senden çektiğim.
Sürekli bir şeyleri yapmam için bana emrediyorsun.
Hep benden önce konuşuyor, kafamı karıştırıyorsun.
Ne olur bu akşam bir defa olsun sus.
Sükut lehçesini bu gece kullansan olmaz mı?
Müsade edersen bu gece yüreğimle dertleşeceğim.

Gecenin demini aldığı şu saatlerde yüreğimi dinlemek istiyorum.
Belki de yüreğimle helalleşmek istiyorum.

Aynı bedende yaşıyoruz. İyisiyle, kötüsüyle sen benim yüreğimsin.
Sana çok çektirdim biliyorum.
Arkası gelmeyen dertlerimi, sıkıntılarımı hep sana yükledim.
Dağların bile çekmeye katlanmadığı nice yükün altına girdin de bana mısın demedin.
Ayrılığın acısını, vuslatın sevincini hep seninle yaşadım.

Can dediklerim canımı yaktılar, alev olup sen yandın hep…

Yar dediklerim yaramı kanattıklarında, kan olup sen aktın her defasında…

Oysa küçücüktün. Küçük ve titrek… Çok hakkın geçti bana…

Benim en iyi arkadaşlarım; gece, gözyaşı ve yatağımdı.
Biz bir araya geldiğimiz de halimize hep sen şahitlik ettin.
Yolcu ettiğim bir günün ardından geceye sığındığımda sen vardın yanımda.
Gece tüm şefkatiyle sardığında beni, kelamım hep gözyaşı oldu.
Kelimelerin bile uyuduğu bir anda başka lisana ne hacetti ki.
Muhabbetimiz esnasında dökülen her kelime yanağımı ıslatırken, ruhumu teselli etmek
yatağıma düşerdi her defasında.
Alnımdan öperken beni ‘’buda geçecek, aldırma gönül’’der teselli ederdi.

Oysa sonradan öğrendim.
Benim dostlarla muhabbetim derdime derman,
gönlüme ferman olurken sen çok acı çekiyormuşsun.
Özür dilerim. Midesi yananın değil yüreği yananın ağladığını geç fark ettim.
Ben derdime ağlıyordum, sen bana ağlıyordun.
Ben günah ateşinde yanarken sen bana su oluyordun.
Her canım yandığında sende benimle yanıyormuşsun. Bilemedim.
Ne olur affet beni.
Söz bundan sonra seni üzmeyeceğim. Sahibine layık bir yürek taşımaya söz veriyorum.

Gül bahçesi yetiştirmenin yolu bahçedeki tüm çirkinlikleri temizlemekten geçermiş.
Yabani otlar , taşlar, dikenleri ayıklamaktan.
Bende yüreğimin toprağına zarar veren tüm kirli duyguları temizlemekle işe başlayacağım.
Rabbimin bu yürekte görmek istediği tüm duyguları yeşerteceğim.
Fideleri inançla ekip, sabırla sulayacağım.
Çiçek açmalarını tam bir tevekkül ile bekleyecek, acele etmeyeceğim.
Dalında açan çiçek ne olursa olsun kanaat edeceğim.
Ha kırmızı gül, ha beyaz karanfil…Söz itiraz etmeyeceğim.

Böylesi bir hal üzere yaşarsam inanıyorum ki seni eskisi kadar üzmeyeceğim.
Hakkına girmekten ALLAHa sığınırım .Bu bedende yaşadığımız sürede dost kalalım olmaz mı?

Unutma sen bana Rabbimin bir emanetisin.
Ruhlar alemin de başlayıp, anne rahminde devam eden bir yolculuğun son durağındayız.
Yarın ahiret de bana şahitlik edeceksin.
O büyük huzura iki dost olarak çıkmaya ne dersin?
Hakkını helal et yüreğim…

alıntıdır...

Erzurumlu Çobanın Aşk Şiiri


Seni ele sevirem ki...
Diyacahsan ki niye ?
Ne bilim işde ele !
Seni görende bir hoş olir,
Ölir, ölir, ölirem...
Ahşam olir, davar, nahır, mal gelir,
Komlar, ahırlar dolir.
Sayiram, sayiram biri esgik.
Bi daha sayiram,
Bir de bahiram ki tamam.
Ama üzülirem;
Diyacahsan ki niye?
Bennam işde ele!
Yassi olir,sekide eymek yiyeceğam.
Civil lavaşi dürüm edir, tam kıtliram,
Sen ahlıma gelirsen, boğazimda dügümlenir, yiyemirem.
Gene diyirsen ki niye?
İşde ele...
Anam örtileri serir...
Gendi gendimi yiyirem.
O da gidir, külli biçare galiram.
Gözlerim süzülir, uyuyacağım uyiyamiram.
Gafam garişir, yüregim sıhişir, yatamiram.
Gene diyirsen niye..?
İşde ele...
Guşluğa doğri daliram,
Hayal, hülya görirem, sanki yanımdasan.
Sevinir, sevinir bir hoş oliram,
Bir de ayıliram ki, yastığa sarılmışam.
Diyacaksan ki niye?
Amaaan, işde ele!
Sabah olir, horozlar ötir, gün doğir...
Gahiram tavuhlara, culuhlara yem verirem...
Culuhlari dutir dutir öpirem.
Onlari bile sene benzedirem.
Saggın deme niye?
Ne bilim işde ele!
Gün gibi gelir, ay gibi gidirsen.
Beni yiye yiye bitirirsen.
Hep ömrümden götirirsen.
Seni sevdigimi de coh ey bilirsen.
Diyirsen ki niye?
Bilirsen işde ele!
Babam beni gapiya goymir diyirsen.
Ey helt yiyirsen.
Gomşulara, emin, bibin, ezen gile gidirsen...
Medem ele çıh cama, tırhıca gel!
Yüzün görim, bu da bene yeter.
Saggın deme niye?
İşde ele...

26 Eylül 2011 Pazartesi

körlerin hikayesi- bakanlar ve görenler

Dere tepe ,dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış.
Yürür yürür gidermiş,gider gider yürürmüş.

Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş;alacalı bulacalı garip bir köy.
Yaklaşmış köye doğru.
Yolları bir tuhaf,evleri bir tuhaf,insanları bir tuhafmış köyün…
Girince köyün içine anlamış meseleyi körler köyüymüş burası.
Kadınların,erkeklerin,çocukların,velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri…
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya…
-Hiç değilse benim bir gözüm var,diyormuş.
Körler ülkesinde şaşılar kral olur,derler.
Bende bunların başına geçer yaşarım demiş.
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri,kulakları,burunları çok hassasmış.
Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların.
Yürümeleri,konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
Bir gün körlerden biri ötekinin malını aşırmış.
Sadece tek gözlü adam görmüş bunu.
Bağırarak ilan etmiş.
-Filanca malını çaldı falancanın.
Körler:
-Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki,demişler.
-Ben duymadım,gördüm.
Gözüm var benim.
Görüyorum.
Körler göz diye,bir şey bilmiyorlarmış.
Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
-Ne demek görmek,demişler nasıl görüyorsun yani,duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
-Anlıyorum tabii…
-İnanmayız,imtihan edeceğiz seni…
Adamı almışlar,uzakça bir yere dikmişler.
Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
-Anlat bakalım,şimdi biz ne yapıyoruz,demişler.
Adam anlatmış:
-Oturuyorsunuz,konuşuyorsunuz,şu ayağa kalktı,bu elini oynattı,beriki bacağını sallıyor vs…
Derken körler bir evin içine girmişler,bağırmışlar:
-Anlatsana…
-İçeri girdiniz,göremiyorum ki…
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
-Ne olmuş yani içeri girmişsek.
Elli santim fark etti,anlat anlat demişler.
-Arada duvar var,görmüyorum.
Körler …
Sen atıyorsun,demişler,Demincek tesadüf etti.
Bak,şimdi bilemiyorsun.
-Çıkın dışarı söyleyeyim.
-Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi ha dışarısı,ne çıkar yani…
-Ben duymuyorum,ben görüyorum diyormuş adam.
-Öyle şey olmaz,demişler.
Sende bir bozukluk var.
Saçmalıyorsun,acayip şeyler söylüyorsun.
Hekime muayene ettireceğiz seni…
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler.
Hekimde kör tabii…
Elleriyle yoklamış ve parmaklarını adamın gözünde gezdirirken:
-Buldum,demiş.Bozukluk burada…
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
-Saçmalaması bundan dolayı,diyormuş.
Ben şimdi hallederim,düzeltirim onu…
Körler ülkesinde kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
Körler görenleri anlayamazlar.
Saçmalıyor sanırlar ve onu düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.


H.G. WELLS



Aya giden,atomu parçalayan,genleri yeniden birleştiren insanlık,kendi insanlığını henüz öğrenemedi.
Tüm teknik gelişmelere rağmen insanlık yönünden henüz karanlık çağları yaşıyoruz.


Gerry Spence



Göz odur ki dağın ardını göre,akıl odur ki başa geleceği bile…


“Dünyaya güzel karakterlerini göstermeyi isteyenler,önce devletlerini bir düzene koymaya çabaladılar.
Devletlerini düzene koymak isteyenler,önce evlerine çeki düzen verme gereğini gördüler.
Evlerini düzene koymak isteyenler,önce kişiliklerini terbiyeden geçirmeleri gereğini anladılar.
Kimse bütünden tek başına sorumlu değildir ve kimse bütünün dışında bırakılmamıştır.
Kimse sorunların sorumluluğunu kimseye yükleyemez.
Bütünün bir parçası olarak sorun da,çözüm de insanın kendisinde başlar.



Doğan CÜCELOĞLU

günahkar kelimeler


aşksız sev, yasaksız kelimeler kullan, ve günahsız cümleler kur.
nasıl yapayım a canım?
kelimelerin günahı varsa cürmünü ben niye çekeyim. söyle o zaman dost meclislerine kalbimin satırlarına sesler bulsunlar. bulsunlar ki kelimelerden kalbimin öbür yarısına boncuk dizeyim.
kahretsin bilmiyorum ki nasıl seveyim.
ölesiye severken, o can çiçeği kalbim dayanamıyor ve seni seviyorum diyorum. Hemen yüreği yüzüne yansıyor ve kelimeler yüzündeki heyecandan daha beter heyecanla çıkıyor ağzından kalp çarpıntısıyla.
SEVİYORUM DERKEN...??? diyor...
Diyorum ki seviyorum derken not like a darling can gülüm... no panic...
sendeki bu panik, dildeki bu eksik ve bendeki bu kalp ki külliyen yenik.
bak kardeşcan diyorum, sen can gülü, ben gül bülbülü. ben sevgine tutuk sense sesime belki. bu sevgi gül ile bülbülün değil, ve değil aşık ile maşukun aşkı. ne sen leyla ne ben mecnun.
anladım diyor. eyvallah diyorum can gülüm.
gülüm derken...?
haydaaaa diyorum...
bana günahsız bana yasaksız kelimeler söyle hattat. söyle ki sevdiğime izah edeyim.
yazının en güzeliyle yaz bulduğun harfi ve kelimeyi bulunca alımlı hattınla yaz göreyim.
hattat mahzun bir eda ile bakıyor. ömür geçti feridcan diyor, kalem yazdı , kağıt anlamadı hiç. ömür boyu uğraştım ki kağıdı kaleme aşık etmeyeyim.
ondandır kalem kağıttayken çıkarttığı ses. kalemin günahkar seslere isyanı yani.
sen söyle a canım, aşkı değil sevgiyi nasıl diyeyim.
bir ömür sen kalp iffetinle meryem, ben yusuf kalayım.

yüreğin kaldıracaksa oku...

yüreğin kaldıracaksa oku...
Kaprislerin, intizar kapısında, ölümünü diliyorum bu akşam.

Yüzyılın tepesinde yanacak isyan ateşinde yanmasını istiyorum.

Yar dediğin öyle kaprisin perdesinden bakmamalı dostluk sokağına, camı sonuna kadar açık, yüreği penceresinden görülmeli.

Ya sevmeliyüreğinden, ya da yüreği almalı bedeninden. İğreti hissedişler aşka ihanettir. İstemem öyle yar deyip puslu havada aşk kokusu arayanları. Dostuuum deyip bahar bekleyenleri.

Aşk, fırtınaysa yar ile beraber olmalı. Eşkıya isyanına benzemeli yani. Baskın üstüne baskın da yese pusuyu yırtıp geçmeli. Ve ulaşmalı yare.

Yüreği isyan kaldırmayanların ne işi var kalbin dağlarında. İsyan ateşinde yanmayı göze alamayanlar ne diye dostun ateş çemberine girmeye çalışır, bilmem ki.

Dostun ölümü, yarin kaşlarında göçük meydana getirmemeli. Yar dediğin öyle delikanlı olmalı. Küçük fırtınalarda titanikleri batıranlar, okyanuslarda aşk avlayamazlar.

Ben okyanusun aşkını, yüreğini arıyorum, ırmaklar çıkıyor oltama.

Dostum öldüyse kalp meydanında kefeni ben olurum. Cenazesi gözyaşımla değil , kanımla yıkarım.Gözlerimin içine bakmasını isterim musalla taşındayken bile.

Aşk iki kişiliktir diyorlar ya, batsın öyle sevdalar. Birimiz giderse bile öbürü yaşar o kalbi iki kere. Yar dediysek öyle gidenin kalbi yük olmaz bize. Hele ki kontenjan açılmaz kalbimizde yeniden, yeni bir yare.

Anlamaz bizi günün yeni yetme kalpleri. Kalbine enson aldığı yari, açık kontenjandan alanlar, aşkın meydanında duramazlar ve dikemezler hiçbir kalbi büst meydanına.

Saygıları bir dakikalık saygı duruşuyla başlar bayrak göndere çekilene, yar toprağa inene kadar olur.

Uhudu ziyaret eden bir can kardeşim, okçular tepesine çıktığını anlattı. “İndin mi geri ordan”dedim. Şaşırdı “indim dedi tabi abi….”

“A be adam okçular tepesinden bir sefer inildi, madem ki orda duracak yüreğin yoktu nediye çıktın tepeye.”

İster uhud aşığı,ister yusufun zindanındaki aşık ol fark etmez. Yaranla döneceksin, yaranı saklamadan yürüyeceksin. Yari, Uhudun eteklerine defnettikten sonra o yar ile yaşayacaksın.

Kaprislerin ve yüreği meltemlerde burkulanların aşkı değiliz. İyi ki değiliz.

Sultan sofrasına oturanlar aşkın zehrini bile ikram etseler titremez elleri. Cücelerin hayat şerbetine tercih ederim sultanın sofrasındaki aşk zehirini.

Ve bunu da eyvallahım yok…. Böyle bilesin yar.